İnsan Hakları Liberal Açıdan Bir Tahlil

Giriş

A. İnsan Hakları ve Liberalizm ve Türkiye 

Teknolojinin büyük bir hızla geliştiği, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin yaşandığı bu dönemde, enformasyon önemli bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilgiyi aynı anda dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşıyan elektronik iletim ağının yeryüzünü sarması, bilgi ve fikir alışverişi hızlanmasına ve yaygınlaşmasına; bireyler, topluluklar ve ülkelerarası ilişkilerin yeni bir boyut kazanmasına neden olmaktadır. Yaşanan bu gelişmeler karşısında dünya küçülmekte, küçüldükçe globalleşme denen süreç daha da hızlanmakta, ortak çıkarlar ve idealler etrafında, ulusal sınırları aşan bütünleşmeler meydana gelmektedir.(1) İşte bu bütünleşme sürecinde, “düşünce tarihinde adım adım bilincine varılan ve tökezleye tökezleye ortaya konan bir haklar silsilesi”(2) niteliğindeki insan hakları ile kısaca “özgürlük taraftarlığı”(3) olarak ifade edilebilecek liberalizm kavramları; bir yandan insanların büyük bir kısmının paylaştığı en büyük/ önemli ideal hâline gelirken, diğer yandan da üzerinde en çok tartışılan, kafa yorulan, uzlaşılması zor konular olmuşlardır.

B. İnsan Hakları

İnsan Hakları, doğal hukuk anlayışına dayanmaktadır. Buna göre; insan, insan olmak sıfatıyla, yapısının gereği olarak vazgeçilmez, devredilmez, zaman aşımına uğramaz haklara sâhiptir. Bir insanın bu haklara sâhip olması, belirli bir işi yapması, belirli bir rolü icra etmesi veya belirli görevleri yerine getirmesine bağlı değildir; bu haklar sâdece insan olmasından ötürü ona aittir. Filozof Jacques Martin’in belirttiği gibi; “İnsan bir kişi, bir bütün, kendisinin ve kendi eylemlerinin bir efendisi olması dolayısıyla haklara sâhiptir ve sonuç olarak insan, basitçe, bir amaca yönelik bir araç değildir; fakat bir amaçtır. İnsan kişi saygı gösterilme hakkına sâhiptir, hakların konusudur, haklara sâhiptir. Bunlar insanın insan olması yüksek gerçeği dolayısıyla insana borçlu olunan şeylerdir.”(4)

İnsanın, yalnızca insan olmasından ötürü hak sâhibi olmasıyla insan hakları, insanın insanlığından başka hiçbir temele dayanmamakla en sağlam temeli bulmuş olur. Yeryüzünde ki tek “amaç”ın insan olduğunu belirten bu hak kavramı, insanın kendisinin değerli olduğu ve bu değerin ona hiçbir şey tarafından verilemeyeceği anlayışına dayanır. Bu noktada “insanın neden değerli olduğu ve hiçbir şeyin insana vermediği/veremeyeceği bir değeri neden insanın kendisine verdiği” sorusunu yanıtlamak gerekir.

Bu soru üç şekilde cevaplandırılabilir: İlkin, insanın akıl sâhibi bir varlık olmasından ötürü haklara sâhip olduğu söylenebilir. Daha açık bir ifadeyle, Kant’ın kılavuzluğuna başvurularak; akıl sâhibi bir varlık olup tercihlerde bulunma ve seçebilme özgürlüğüne sâhip tek varlığın insan olduğundan hareketle, insanın haklara sâhip olması temellendirilebilir.

İkinci olarak, insan haklarının kaynağının, insanın ahlâkî doğasında bulunduğu belirtilebilir. İnsanın ahlâkî doğası, bilimsel olarak araştırılan ihtiyaçlara dayanan “insan doğası” ile ilişkilidir ama bu ilişki çok zayıftır. İnsan haklarına hayat için değil, onurlu bir hayat için “ihtiyaç duyulur. Uluslararası insan hakları sözleşmelerinde belirtildiği gibi, insan hakları “insan kişisinin özündeki onurdan” kaynaklanır. İnsan hakları ihlâlleri bir kimsenin insanlığını inkâr ederler, yoksa kişinin ihtiyaçlarını tatmin etmesini her zaman engellemezler. İnsan haklarına sağlık gereklerinden dolayı değil; fakat onurlu bir hayat için, bir insana özgü değerli bir hayat için “ihtiyaç” duyulan şeylerden dolayı sâhibizdir. İnsan hakları öğretileri insan haklarına sâhip olmakla insan olmayı bir tutarlar. İnsan haklarından yararlanmayan bir kimsenin kendi ahlâkî doğasına yabancılaşmış olduğu hemen hemen kesindir. Bunun için insan hakları, bir kimsenin bunlardan yararlanamayacağının reddedilmesi anlamında değil –çünkü bütün baskıcı rejimler kendi yurttaşlarını sürekli olarak bu haklardan yoksun tutmaktadırlar– fakat bu hakların kaybının ahlâkî olarak “imkânsız” olduğu anlamında vazgeçilmezdirler; kişi, bu hakları kaybetmesi hâlinde, bir insan için değerli bir hayat yaşayamaz.(5)

Üçüncü olarak da bu tür bir soruya, “saçmaya indirgeme (reduktio ad absurdum)” yöntemiyle yanıt verilebilir. Çünkü burada bir nesneye âit olduğu düşünülen nesnel bir özelliğin onda bulunup bulunmadığı söz konusu edilmemekte, fakat onun sâhip olması gereken bir özelliği sorgulanmaktadır. Başka bir ifadeyle, sorun varlık bilimsel (ontolojik) değil, fakat ödev-bilgiseldir (deontolojik). Burada izlenecek yol, “Bunun böyle olması gerekir” şeklinde dile getirilen bir teze “Niçin?” diye sorulduğunda, onun tersi olması durumunun saçma, uygunsuz, hatta yararsız ve zararlı olduğunun gösterilmesidir. O hâlde, “İnsan niçin değerlidir ve bu değeri kendisine neden verir?” şeklindeki soruya, yine bir soru ile yanıt verilebilir: “İnsan kendisine değer vermeseydi ne olurdu?” Eğer insana değer verilmesiydi, büyük ihtimâlle yaşam da olmazdı. İnsana anlam ve değer verme, insanın insan olmasını sağlayan, birlikte yaşamasını olanaklı kılan, onun temel bir edimidir. Aksi hâlde insan, Hobbes’un “herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) diye adlandırdığı bir durum içinde olurdu, hayvandan farkı olmazdı, hatta hayvandan daha zorda olurdu ve varlığını sürdüremezdi. Çünkü böyle bir durumda hayvanın yaşamasını olanaklı kılan içgüdü, insanda eksiktir. Demek ki, insanın kendisine değer vermesi, onun bir var oluş koşuludur, insanın hakları olması; olmazsa olmaz temel bir niteliğidir. İnsanın hakları olması, temelini onun böyle bir değerin taşıyıcısı olmasında bulmakla hak kavramı da temellenmiş olur. Çünkü ancak değeri kendisinden menkûl olan insanın hakları olabilir.(6)

Bu temellendirmeler ışığında insan haklarını şöyle tanımlayabiliriz: “İnsan hakkı; hangi ulusal, zümrevî veya meslekî topluluktan olursa olsun, her kişinin, yalnızca insan olması nedeniyle sâhip bulunduğu özgürlük değerinin veya eylem potansiyelinin başkalarınca tanınmasını ve her çeşit dış müdahaleye karşı korunmasını gerektiren en üstün ahlâkî taleptir.(7)

Bu ahlâkî talepler özünde siyasal bir nitelik taşırlar. İnsan hakları doktrinin temel işlevi, siyasal iktidarların keyfî müdahalelerine engel teşkil edip iktidarı sınırlandırmak; iktidarı, bireyin rızasına dayandırarak bireyin kendini gerçekleştirebilmesinin yolunu açmak ve devletin bütün uygulamalarında insan haklarını koruma duyarlılığıyla hareket etmesini sağlamaktır. Bu itibarla, insan hakları, ilk ortaya çıktığı günden bu yana siyasal bir nitelik taşımakta ve siyasal iktidara karşı ileri sürülmektedir. İktidarın ve dolayısıyla yürürlükteki hukuk düzeninin bu hakları tanıması, koruması ve güvence altına alması gerekir.(8) Ancak hemen ifade etmek gerekir ki, insan hakları, insanın kişiliğine ve onuruna bağlı olduklarından, iktidarların, diğer deyişle pozitif hukukun, tanıma eylemine bağlı değildir. İktidar ve hukuk bu hakları tanımasa veya saygı göstermese de, insan hakları yine beşerî şahsiyete bağlı olmasının gereği niteliklerini kaybetmeyeceklerdir.(9)

İnsan hakları doktrinin, 20. Yüzyıl’daki en önemli kazanımı, uluslar üstü bir nitelik kazanmış olmasıdır. İnsan haklarının uluslar-üstü bir konu hâline gelmesi ise, politika teorisindeki klâsik egemenlik anlayışını değiştirmiş; 19. Yüzyıl’ın mutlak ve merkeziyetçi egemenlik kavramı yerini, sınırlı ve paylaşılan egemenlik anlayışına bırakmıştır. Egemenlik kavramındaki bu kırılma aynı zamanda “ulus-devlet” anlayışındaki aşınmanın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Avrupa Birliği gibi oluşumlar, klâsik egemenlik kavramının anlamını kaybetmesine, egemenliğin yeniden (insan hakları çerçevesinde) tanımlanmasına sebep olmuştur. (10) Bugün artık modern demokrasilerde ulusal irade meşruiyetin tek kaynağı olarak kabûl edilmemektedir. Yurttaşların hayatını ve özel özgürlüğünü, yani kişisel hayat plânlarını izlerken ihtiyaç duydukları hareket alanlarını güvence altına alan ve bizatihi meşruiyet ifade eden bir yasa egemenliğini temellendiren insan hakları da ulusal iradeye paralel olarak meşruiyetin ikiz kaynaklarından birini teşkil etmektedir. Böylece günümüzde insan hakları, toplumsal ve siyasal sistemlerin iyileştirilmesine yönelik ahlâkî taleplerin asıl dayanağı, hatta siyasal rejimlerin meşruluğunun temeli olarak algılanmakta ve işlev görmektedir. Yönetimler ve onların uygulamaları, insan haklarına bağlı kaldıkları oranda meşru olarak addedilmektedir. Zira İHEB’de ifade edildiği gibi, insan hakları “bütün halklar ve uluslar için başarının ölçütü niteliğindedir.(11)

C. Liberalizm

Siyasal ve sosyal yaşamı açıklamaya ve yön vermeye çaba sarf eden bütün siyaset felsefeleri, dünya görüşleri veya etik anlayışlar gibi liberalizm de çok farklı şekillerde tanımlanabilmekte ve algılanabilmektedir. Birbiriyle ilişkisi olan ya da olmayan farklı konumlardaki insanlar kendilerine liberal diyebilmekte ya da bu insanlara liberal denilebilmekte; birbirinden tamamen farklı, hatta bazen taban tabana zıt, görüşler de liberal olarak adlandırılabilmektedir. Buna rağmen, birbirinden farklı çağlar ve birbirinden farklı kültürlerde sarf edilmiş olsa da, beşikten mezara bir insan ömrünü belirli bir şekilde taşıma gayreti olarak bir “liberal insan olma” tarzına işaret edilebilir. Bir başka ifadeyle, tek bir odakta toplanmamış, aksine geniş bir tecrübeler ve tercihler alanına yayılmış olsa da bir “liberal gelenek”, bir “liberal bakış açısı”, bir “liberal değerler kümesi”, bir “liberal duruş”, bir “liberal yaşam tarzı”ndan söz edilebilir.(12)

Bu yaşam tarzının ilk nüveleri, Batı’da 400 yıldır önce ortaya çıkmasına karşın, isimlendirilmesi oldukça yeni zamanlara rastlamaktadır. Bir kavram olarak liberalizm, ortaya çıktığından iki yüz yıldan daha fazla bir süre sonra, 1810-1811’de İspanya’da icat edilmiştir.* Gerek doğumu, gerek isimlendirilmesi döneminde, kendisine karşıt siyasal anlayışların bütün eleştirilerine ve karalamalarına rağmen gücünü kanıtlayan liberal siyasal kültür, bütün zorlukları pahasına, şu üç temel ilkede ısrarlı ve etkili olmuştur: Kuşkuculuk, hoşgörü ve uzlaşma. Siyasal yaşamı düzenlemede bir liberalin gereksinim duyduğu araçlar, herhangi bir baskı biçiminin uygun olmadığını belirten gönüllü işbirliği ve sorumlu bireyler arasında özgür bir tartışmadır. Böylece her düşünce ve idealin sürekli olarak sorgulanarak kutsallık harelerinin yıpratılması, ama bu arada geleneklerin ve daha iyi dünya tasarımlarının da korunması liberallerinin başlıca kaygısı olmuştur.(13)

Liberal teori, iki temel paradigma üzerinde yükselir: Özgürlük ve eşitlik. Özgürlükçülük, liberalizmin özünü oluşturur.(14) Cranston’ın dediği gibi “bir liberal, tanımı gereği özgürlüğe inanan insandır.”(15) Liberallerin taraftar oldukları özgürlük elbette bireysel özgürlüktür. Çünkü özgürlüğün öznesi, niteliği gereği ancak “birey olarak insan” olabilir. Bireysel özgürlüğün sağlanabilmesi için de, bireyden çok daha güçlü olan devletin siyasal ve ekonomik alanda sınırlamalara tâbi tutulması gerekir. Bu nedenle liberalizm temelde, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin hukukî güvence altına alınarak devlet iktidarının sınırlandırılmasını ve ekonomik yaşamın piyasanın tabiî işleyişine bırakılarak bu alanda devletin müdahalesinin en aza indirilmesini amaçlayan bir doktrindir. Bu doktrinin temel ilkeleri ise; Bireycilik, Rasyonalite ve Ekonomik İnsan, Özgürlük, Doğal Düzen, Piyasa Ekonomisi, Sınırlı ve Sorumlu Devlettir.(16)

Bir siyasal doktrin olarak liberalizm, özgürlük ile birlikte eşitlikçi bir boyutu da içermektedir. Liberalizm, bütün insanlar eşit saygıya lâyık olduklarından hepsine karşı eşit davranmak gerektiğini savunur. Dworkin, siyasal bir ideal olarak eşitliğin iki farklı anlamının bulunduğunu belirtir: Birincisi, devletin, bütün vatandaşlarına eşit olarak –yani eşit ilgi ve saygı gösterilmesi gereken kişiler olarak– davranmasını belirtirken; ikincisi, devletin bazı olanakların dağıtımında bütün yurttaşlarına eşit muamele etmesiyle ilgilidir. Eşitliğin birinci anlamı daha temel bir ilkeyi ifade etmektedir. Bu anlamda eşitlik, “iyi hayat”ın ne olduğu konusunda devletin tarafsız olması gerektiğini varsaymaktadır. Buna göre, siyasal kararlar, mümkün olduğu ölçüde, iyi hayata veya hayatı değerli kılanın ne olduğuna ilişkin herhangi bir belirli (özel) anlayıştan bağımsız olmalıdır. Liberalizmin kurucu siyasal ahlâkının temeli bu eşitlik anlayışıdır.(17)

Liberalizmin özgürlük ve eşitlik anlayışı, insanlığın gelişmesindeki çok önemli parametreler olan genel ve eşit oy, temsil ve vekâlet, parlamenter meşruiyet gibi kavramların; hukuk devleti, bağımsız yargı, temel hak ve özgürlükler, demokrasi gibi ilkeler ve kurallar bütününün temelini oluşturmuştur. “Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” üçlemesine Fransız Devrimi ile evrensel meşruiyet kazandıran liberal demokrasi olmuştur.(18)

İnsan hakları ve liberal teori hakkındaki bu kısa girizgâhtan sonra, çok rahatlıkla söylenebilir ki, günümüzde genel olarak “insan hakları” olarak adlandırılan doğal ya da devredilmez haklar düşüncesi de liberalizmin bir icadıdır. İnsanların, mutluluğu elde etme adına, sâhip olmak istedikleri şeylerin çokluğu ve farklılığı ile birlikte özel alanın korunması anlamına gelen bireysel hakların üstünlüğü, liberal siyasal düzenin anahtar unsurudur.* Liberal anlayışta, “insan” ve “hakları” her türlü toplumsal veya siyasal mülâhazanın üstündedir. Teorinin merkezinde yer alan insan; hiçbir amaca kurban edilemeyecek ve kendisine araç muamelesi yapılamayacak kadar değerlidir. Liberalizmi ahlâkî olarak haklılaştıran da, insanı bu derece üst bir konumda tutması, onu tüm yaşamın amacı hâline getirmesidir.

Bireysel temel üzerinde yükselen liberalizm, toplumcu görüşlerin dile getirdiği bazı total kavramlara şüphe ile bakar. “millî irade/ halk iradesi”, “millî/ulusal çıkar”, “güçlü devlet-merkezî otorite”, “self-determinasyon” vb. kavramların fetiş hâline getirilmesinin siyasal iktidarın güçlenmesine sebebiyet verdiğini, bunun da insan hak ve özgürlükleri açısından büyük bir tehlike olduğunu savunan liberalizm, bu kavramların ancak insan haklarına hizmet ettiği sürece değerli olduklarını, kendilerinden menkûl bir değerlerinin bulunmadığını belirtmektedir. Bu kavramlara biraz daha yakından baktığımızda, bunların liberal kültürde algılanışları hakkında, şunları söylenebilir:

Liberal demokratik anlayışta “millî irade” veya “halk iradesi” denen şey, Rousseaucu “genel irade”den farklı bir anlama sâhiptir. Liberal teoride millî irade, değişmez, yanılmaz ve her şeye muktedir bir varlık olarak kabûl edilmez. Liberal demokrasi için millî irade veya halk iradesi; insanların kendilerini yönetecek olanları serbest bir biçimde seçmeleri ve değiştirebilmelerinden fazla bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü “liberal demokrasi”deki “demokrasi” kelimesi, her şeyden önce, tartışmalı yönetim, açık toplum ve çoğulculuğu yansıtırken; “liberal” kelimesi de kimin yönettiği meselesine değil, bu hâkimiyetin nasıl kullanıldığına ilişkindir. Bu da, her şeyden çok hükûmetin gücünün ve hareket tarzlarının sınırlı olduğu anlamına gelmektedir. Hükûmet ilk olarak kanun hâkimiyetiyle, özellikle temel yasa ya da anayasa ile ve son noktada birey haklarıyla sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla birey haklarının üstünde ve ötesinde bir “millî irade” yoktur. Sınırlanmamış bir “mili irade (halk iradesi)” ile taçlandırılmış bir yönetim, sâhip olduğu iradeye dayanarak, tek tek bireylerin tüm yaşamsal haklarını ellerinden alabilir. İşte bu nedenle Locke’a kadar geri giden liberalizm, çoğunluğun tiranlığı tehlikesine dikkat çekerek, insan haklarının halk iradesine önceliğini öne sürmüştür.(19)

Cemaatçi ve otoriter eğilimlerin geçer akçe olduğu toplumsal yapı ve kültürlerde, belirgin bir ağırlığa sâhip olan “millî çıkar” da, liberalizm için bizatihi değer ifade eden bir kavram değildir. Çünkü bu kavram, “devlet” ve “millet” gibi soyut kolektif yapıntılarla ilintilendirilen herhangi bir menfaat veya değerin, bireysel menfaat ve değerlere karşı öncelikli ve üstün bir konumda olduğunu içerir. Bu nedenle de herkesten, önüne “millî” ibaresi getirilmiş çıkara ters düşmeyecek davranışlarda bulunması; bütün eylem, işlem ve düşüncelerinde bu çıkara paralel hareket etmesi beklenir.

“Millî çıkar” kavramını büyük bir iştahla kullananlarda iki temel kabûlün varlığını gözlemlemek mümkündür: İlki; “millî çıkar”ın ne olduğunu tespit etme yetkisini münhasıran kendilerine âit saymaları ve belirledikleri “millî çıkar”ın; ülkedeki bütün vatandaşlar tarafından paylaşılan ortak bir çıkara tekabül ettiğini düşünmeleridir. İkincisi ise, “millî” bir çıkarın, her türlü sorgulamadan muaf tutulması gerektiğine olan inançlarıdır. Gerçi bu inanç, ayıp kaçacağından olsa gerek, her zaman bu denli açık deklere edilmez. Ancak “millî çıkar”a dört elle sarılanların yazıp çizdiklerine bakıldığında; ana fikrin, “millî çıkar karşısında akan sular durmalıdır” olduğu görülür.

Liberal bakış açısı için her iki kabûl de ciddî açmazlarla malûldür. İkinci kabûlden başlayalım: Hiçbir çıkar ahlâk-üstü, aşkın bir nitelik taşımaz ve ahlâkî sorgulamadan âzâde olarak düşünülemez. Bir çıkarın “millî” sıfatıyla taçlandırılması onu kendiliğinden meşru kılmaz ve bir çıkara sırf “millî” olduğu için de saygı gösterilmesi gerekmez. Bireysel çıkarlar gibi millî çıkarların da meşru ve saygın addedilmesi; söz konusu çıkarın dayanaklarının ahlâkî bir denetimden yüz akıyla çıkmasına bağlıdır. Eğer “millî” olduğu savlanan bir çıkar, meşruluğunu ahlâkî bir kritere göre kanıtlamak zorunluluğundan istisna edilirse, bu takdirde işgâlden talana, işkenceden yargısız infaza kadar her türden eylemi “millî çıkar” adına doğru ve haklı kabûl etmek gerekir ki; bu, tasvip edilemez.

İlk kabûle gelince: Millî çıkarcı kabûl, liberal demokrasinin insana ilişkin kabûlleriyle çatışır. Zira demokrasilerde insan; kendisi için “iyi”nin,“doğru”nun ve “çıkar”ın ne olduğuna karar verebilecek yetkin bir varlık olarak kabûl edilir. Elbette bu kararları alırken insan birtakım hatalar yapabilir; fakat yanlışa düşmesi, onlar adına karar alınması hakkının başkasına verilmesini gerektirmez. Oysa “millî çıkar”cı kabûlde sıradan insan, kendisi için iyi/doğru olanı, kendi çıkarına olanı ayırt edebilecek bir olgunluğa erişmeyen bir varlık olarak düşünülür. Bu nedenle, onlar adına “iyi”nin ve “çıkar”ın ne olduğuna başkaları, yani sıradan insanın kıyısından geçmediği özellikleri hâiz olan seçkinler, karar verir. Seçkinler, diğer insanların çıkarlarını tâyin eder ve onlardan buna itaat etmelerini talep eder. Böylece “sıradan insan”, başıboş bırakıldığında kötüye/ yanlışa meyleden iradesiz bir varlık olarak resmedilir ki, bu kabûl içeriği itibariyle anti-demokratiktir.

Herhangi bir konuda belirlenmiş bir millî çıkardan bahsedildiğinde; bu millî çıkarın herkesin ortak çıkarını ifade ettiği, bu nedenle tartışmaya kapalı olduğu ve vatandaşların buna sâdık kalmaları gerektiği özenle vurgulanır. Millî çıkar üzerinde şüphe belirtmek bütünlüğü zedeleyeceğinden bozgunculuk olarak telâkki edilir. Hele bu çıkarı ulusal veya uluslararası kamuoyu önünde eleştirmek ise vatan hainliği ile eşdeğerdir. Bu algılamanın, demokrasinin çoğulculuk ilkesiyle bağdaşmadığı açıktır. Çünkü “tek ve ortak bir millî çıkar” varlığı iddiası totaliter yönetimlere özgüdür; demokratik yönetimlerde tek ve ortak bir millî çıkar yoktur. Demokrasi, her şeyden önce bir çoğulculuk rejimidir; bu bağlamda demokrasilerde, birbirinden farklı, hatta taban tabana zıt çıkarların bulunması ve bunların bir rekabet içinde bulunmaları doğaldır. Kamusal alanda herkes, millî çıkarın belirlenmesine ilişkin hararetli tartışmalara girebilir, kendi millî çıkar fikrinin savunmasını yapabilir, diğerlerini de sert şekilde eleştirebilir. Demokratik bir yönetimde hiç kimsenin kendi millî çıkar anlayışını başkalarına dayatma hakkı olmadığı gibi, hiç kimsenin de bir başkasının anlayışını kabûl etmek mecburiyeti yoktur.

Bazı çevrelerin iştahını kabartan “güçlü devlet” argümanı da, insan hakları açısından büyük bir tehlikeye işaret etmektedir. Güçlü devlet adına otoritenin merkezîleşmesi, anayasa dışı araçların kullanılmasına ve acı sonuçların ortaya çıkmasına neden olur. İyi şeyler yapmak için olsa dahi, temerküz ettirilen bir iktidar, bunun ardından kötü şeyler yapmak için de kullanılabilecektir. Tarihî olarak denetimsiz merkezîleşme, liberal demokrasin (ve tabii ki insan haklarının) en büyük düşmanı olmuştur.(20)

Bugün uluslararası düzeyde son derece saygın bir yeri olan “ulusal egemenlik” veya “ulusal self-determinasyon” kavramları da, bireysel insan haklarını ihlâl etmek için kullanılabilmektedir. Oysa “ulusal self-determinasyon” ancak “bireysel self-determinasyon”lara dayanır ve onlara saygı gösterirse kabûl edilebilir bir siyasî idealdir; yoksa insan haklarını yok etmenin sözüm ona “meşru gerekçesi” değil. Bireysel self-determinasyon ise, sâdece özgürlük –dolayısıyla insan hakkı– temeli üstünde yükselebilir.(21)

Bugünkü uygarlığımızın temel taşlarını oluşturan birçok ilke ve kurum, liberalizm çağından başlayıp kitleler tarafından benimsenmiş ve içselleştirilmiştir. Düşünce, ifade, bilim ve sanat özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü; tabiî hâkim ilkesi, savunmanın kutsallığı, hak arama, kişi güvenliği ve dokunulmazlığı, dernek kurma, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma vb. gibi temel hak ve özgürlükleri benimsemeyen, bunlardan yol almayan herhangi bir siyasal anlayış düşünülemez. Seçme ve seçilme, genel oy ve eşit oy, parti kurma vb. gibi yurttaşların yönetimi belirleme ve denetlemesi açısından büyük önem taşıyan siyasal hak ve özgürlüklerle birlikte liberal siyasal ideolojinin kazanımı olan tüm bu haklar bireyi, bürokratik devletten, keyfî ve baskıcı siyasal iktidarlardan koruyan ve insan haklarının yaşantılanmasını sağlayan kural ve kurumlar olarak kalıcıdırlar(22) ve tüm insanlık için onurlu bir yaşam sağlamaya yönelik asgarî müşterekleri ifade ederler.

D. Türkiye'de İnsan Hakları ve Liberalizm

İnsan hakları konusu, Türkiye’de ciddî bir problem teşkil etmektedir. Türkiye’de siyasal iktidarların “vatandaşlarına karşı insan haklarını koruma sorumluluğunu” yerine getirmede çok büyük eksiklikleri bulunmaktadır. Türkiye, bu alana ilişkin sözleşmelerin hemen hepsini imzalayıp kendi iç hukukuna dâhil etmesine rağmen, bu sözleşmelerin içeriğini gereği gibi yerine getirmede mütereddit davranmakta, bunun sonucu olarak da hem siyasî hem hukukî birtakım açmazlarla karşı karşıya kalmaktadır.

Türkiye’de insan haklarının bu denli önemli bir sorun olmasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır: İlk neden, Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olan Türkiye’nin de, selefi gibi, “güçlü devlet” geleneğine sâhip olmasıdır.(23) Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan güçlü, merkeziyetçi ve büyükçe bürokratik bir devleti miras aldı. Gerçekte, devletin sivil bürokrasi, silâhlı kuvvetler ve mahkemeler gibi output (çıktı-verimli) yapılarının çok büyük oranda kurumsallaşması ve devlet makinesinin bu aşırı gelişmesi, Türk siyasal kültüründe baskın olan “güçlü devlet” geleneğiyle birleşmiştir. Bu durum, devlet ile sivil toplum arasında dengeli ilişkilerin ortaya çıkmasını engellemiştir.(24) Hatta denilebilir ki, Osmanlı-Türk yönetiminin patrimonyal kökenleri güçlü devlete yönelik evrimleşmesini durdurmayarak, sivil toplumun yanında değil, gerçekte sivil toplumu boğarak gelişmiştir Böylece devlet, sivil toplumdan izole edilmiş ve otonom olmuştur. Bunun sonucu olarak da, bu yönetim anlayışı içerisinde gelişen devlet, Avrupa’daki yönetim biçimlerinden daha fazla “egemen” olmuş, onlardan çok daha “güçlü” olagelmiştir.(25) Bu güçlü devlet, kendine yönelik hak arayışlarını, gücünü azaltacak talepler olarak algılayarak bu talepleri bastırmış ve insan haklarının ilerlemesini engellemiştir.

İlk nedene bağlı olarak ikinci bir neden, Türkiye’de güçlü devletin aynı zamanda “kutsal” olduğuna dâir var olan inançtır. İnsan hakları, her şeyden önce bireyin kutsallığına dayanırken, Türkiye’de hâkim olan anlayış devleti her şeyin üstünde tutan ve onu kutsallaştıran bir anlayıştır. Bu hâkim anlayış en iyi ifadesini, hâlen cârî olan 1982 Anayasası’nda bulmaktadır.* Bu anayasa, bireyi devlet iktidarına karşı korumayı amaçlayan liberal anayasacılık anlayışına karşı duyulan bir tepkinin ürünü olup, devleti bireye karşı koruma güdüsüyle hareket etmektedir. Böylece bu anayasada özgürlük karşısında otorite, birey karşısında devlet ön plâna çıkarılmıştır.(26)

Burada bir noktanın altını önemle çizmek gerekir: “Kutsal devlet” anlayışı sâdece devlet iktidarını ellerinde bulunduranların sâhip olduğu ve koruduğu bir anlayış değildir. Bu anlayışı, ne yazık ki, toplumun büyük kesimi de büyük ölçüde benimsemiştir ve asıl tehlikeli olan da budur. “Paternalist devlet” anlayışının toplumun genetik kodunu oluşturduğu Türkiye’de devlet her şeyin sâhibi ve yaratıcısı olarak algılanır. Devlet, insana âit olması gereken hak ve özgürlüklerin de yaratıcısı ve sâhibidir; bu nedenle hak ve özgürlükler de ondan beklenir, insanların ne kadar hak sâhibi olduğuna, özgürlüklerin sınırının ne olacağına o karar verir. Böyle bir toplumsal kültürün insan haklarını koruyup geliştiremeyeceği aşikârdır.

Üçüncü bir neden, Türkiye’de hem devlet, hem de toplum katında farklılığa ve çoğulculuğa olan tahammülsüzlüktür. İnsan hakları gerçek bir çoğulculuğu ve farklığı tanıyan ve koruyan siyasal toplumlarda bütünsel bir anlam ifade etmektedir. Zira her toplumda toplumun dokusundan kaynaklandığı için kaçınılmaz bölünmeler ve farklılaşmalar bulunmaktadır. Bu bölünmeler, sosyal-ekonomik nedenlerle ortaya çıkabileceği gibi; dinsel, etnik, kültürel, dilsel, vb. nedenlerden de kaynaklanabilir. Bir anlamda her toplumun kaderinde olan bu farklılaşmalar ya da bölünmeler ister istemez uzlaşmazlıklar ve çatışmaları da peşi sıra gündeme getirebilir. Burada temel problem, sosyal dokudaki bu farklılaşmalardan kaynaklanan (veya kaynaklanması muhtemel) yırtılmaların nasıl onarılacağı; bir başka ifade ile farklılıkların nasıl birlikte yaşayacaklarının sağlanacağıdır. Bu noktada sivil barışın tesis edilebilmesi için tek çözüm, insan hakları hukukunu etkinleştirmektedir.(27) Dahası insan haklarının gerçek bir varlık gösterebilmesi, çoğulculuğun yalnız devlet tarafından tanınan ve korunan bir nesne olmakla kalmayıp, toplumsal hayatın bütün dokularına sızmış olmasıyla mümkündür. Bunun en somut ifadesi “farklı olma hakkı”dır. Çoğunluktan farklı oldukları, farklı düşündükleri ya da farklı davrandıkları için bazı insanların/insan gruplarının toplum tarafından dışlanması ya da toplum dışına atılması da, bunların özgürlüklerinin devlet tarafından kısıtlanması kadar vahim bir durumdur. Özlü bir deyişi tekrarlayacak olursak, “insan olma hakkı başka olma hakkı, kendi türünde tek olma hakkıdır.”(28)

Fakat Türkiye’de, tek-tip bir toplum inşa etme arzusunun doğal bir sonucu olarak, her türden (dinsel, dilsel, kültürel, etnik,...) farklılaşmaya bir zenginlik değil, bir tehdit olarak bakılmakta; toplumun genel geçer kurallarıyla uyuşmayan ve farklı taleplerde bulunan insanlar/gruplar hem devlet, hem de toplum tarafından baskı altına alınmaktadırlar. Bu da, insan haklarının bireysel ve toplumsal yaşamda yaşanır kılınmasını engellemektedir.

Ve son olarak, “özgürlük” kavramının bizatihi kendisinin olumsuz bir şey olarak algılanmasının, insan haklarını engelleyen bir unsur olduğu söylenebilir. Gelişmiş toplumlarda özgürlükler, toplumun değiştirici, dönüştürücü ve geliştirici bir dinamiği olarak kabûl edilir ve saygı ile karşılanır. Türkiye’de ise özgürlüklerin anarşiye yol açacağı, bunu önlemek için özgürlüklerin kısıtlanması ve hatta kaldırılması gerektiği anlayışı, makbul bir anlayıştır. Bu anlayış, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra, devlet yönetiminde mutlak egemen olmuştur. Zabunoğlu’nun deyimiyle “1908 sonrasında, hürriyetin yine hürriyet tarafından yıkılmasını önlemek için çare hürriyetsizlikte bulunmuş ve bunun pratik sonucu olarak, sorgusuz, sualsiz ve asıl önemlisi yargısız mahkûmiyetler ve yoksulluklar modeli uygulamaya getirilmiştir. Kanımca, bir sarkaç hareketi kimliğinde olmak üzere, Türkiye sonraları ve hatta bugün de bu modelin uygulandığı bir ülke olma özelliğini korumaktadır.”(29) İşte bu model, Türkiye’de devletin ve toplumun özgürlüklere olumsuz bakış açısı üzerine oturan bu model, ülkemizde insan haklarının gelişmesinin ve yetkinleştirilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.

Türkiye’de kimi çevrelerin “mutlak bir kötülük sembolü” olarak gördükleri liberalizm kavramı da, çok kullanılmasına rağmen az bilinen ve yeterince vurgulanmamış bir kavramdır. Türkiye’de ne geçmişte ne şimdi; ne imparatorluk döneminde ne Cumhuriyet döneminde liberalizmin fikir ve uygulama olarak özümsenmesini sağlayacak seviyede ve nitelikte bir kültür birikimi sağlanabilmiştir. Bunun sonucu olarak da Türkiye’de gerek sağ, gerekse sol siyasal akımlar liberalizme karşı büyük bir tiksinti duymakta ve liberal ilkelerin savunulmasından rahatsız olmaktadırlar.

Liberalizmin bu şekilde olumsuz bir biçimde anlaşılması nedeniyle “idealleştirilmiş bir serbest piyasa ekonomisi”ni savunan siyasal partiler bile, “liberalliklerinin” ekonomik politikaya münhasır olduğunu, kültüre ve siyasete bakışlarında milliyetçi-muhafazakâr bir ideolojiye sâhip olduklarını her zaman vurgulama ihtiyacını duymuşlardır. Kısaca Türkiye’de liberal parti olduklarını savunanlar için liberalizm yalnızca bir iktisat politikasıdır, kültürde ve siyasette liberallik biraz da “anarşi” demektir. Solda siyaset yapanlar için liberalizm aşırı bireycilik, köşe dönücülük ve gayri âdil bir düzen anlamını taşımaktadır. Kendilerini eskiden ve bugün de milliyetçi-toplumcu veya nizamcı-selâmetçi olarak niteleyenler için de “liberalizm” özden kopmuşluğun, kültürel köksüzlüğün, Batı taklitçiliğinin veya “bâtıl”ın ve hatta vatan hainliğinin diğer adı gibidir.(30) rağbet görmesinde çeşitli nedenler sıralanabilirse de burada iki noktanın üzerinde durulacaktır: Türkiye’de var olan hâkim siyasal kültür ve aydınların liberal teoriye ilişkin tutumları. Liberalizm karşıtlığının oluşmasında birincil derecede rol oynayan etken; toplumsal yapı ve kültürde cemaatçi ve otoriter eğilimlerin ağır basmasıdır. “Özerk birey” kavramı, Türk siyasal hayatında olumsuz bir kategori olarak algılanmakta ve “bozucu” veya en azından “çözücü” olarak görülmektedir. Liberalizmin şiarı olarak algılana gelen “bırakınız yapsınlar” çağrısının, Türkiye’nin hem solcularını hem de sağcılarını dehşete düşürmesinin anlamı da burada yatıyor. Gerçekten insanların kendi kaderlerini tâyin etmeleri düşüncesiyle ilişkili bulunan müsaadekâr “bırakınız yapsınlar” düsturunun; insanların dışarıdan bir otorite eliyle yönlendirilip “hizaya sokulmasını”, samimiyetle, gayet tabiî gören bir kültürde benimsenmesini beklemek gerçekçi olamaz. Böyle bir kültürün şiarı, Erdoğan’ın çok isabetli bir şekilde belirttiği gibi, olsa olsa “sıkı tutun bırakmayın” nidâsı olabilir.(31)

Türkiye’de, liberalizm hakkında olumsuz yargıların oluşmasının bir diğer nedeni de, Türk aydının bu konudaki tutumudur. Türkiye’de aydın olmak, bir aralar, solcu olmakla eşdeğer görüldüğünden, genel olarak Türk aydınları liberal teori üzerinde çalışmayı zül addettiler. Bu ise, “demokrasi uygarlığı”nın gerçek özünü liberal değerler oluşturmasına rağmen, Türkiye’de bu konuya ilişkin olarak yazılanların büyük bir kısmı derinlikten uzak ve maalesef gayri ciddî olması sonucunu doğurdu. Her seferinde “bırakınız yapsınlar” ifadesini âdeta bir küfür niyetinde kullanıldı ve liberalizm ile ahlâk arasında olumlu bir ilişkinin bulunmadığı ve onun “vahşî kapitalizmin-orman kanunlarının”* hüküm sürdüğü bir sistem olduğu yazılıp çizildi.

Böylece, istisnaları bir yana bırakıp genel olarak baktığımızda, aydınlar özgür ve özerk bireyin hayatını istediği gibi tanzim etmesine dayanan liberalizmi anlamaya çalışmak yerine, işin kolayına kaçmakta, toplumda var olan cemaatçi hâkim anlayışa dayanarak, bu bireyci anlayışa karşı alaycı-küçümseyici-hakaret edici bir tavır takındılar/takınıyorlar. Asıl üzüntü ve esef verici olan da budur. Zira sokaktaki insanın bu konularda kayıtsızlığı normaldir, ama aydınların da, muazzam bir entelektüel birikim olan liberalizm konusunda, aynı paralelde hareket edip düşünmesi üzücüdür. Eflatun şöyle diyor; “Karanlıktan korkan bir çocuğu pekâlâ bağışlayabiliriz. Gerçek trajedi, aydınlarımızın aydınlıktan korkmasıdır.”(32) Bugün Türkiye’nin, siyasal ve ekonomik yapısını çağdaş standartlara ulaştıramamış insan hakları ihlâlcisi bir ülke olarak anılmasının en önemli nedeni, insan hakları ve liberalizmin Türkiye’de yanlış algılanmasıdır, bu kavramların ülkemizde henüz içselleştirilememesidir. Bu nedenle, insan hakları ve liberalizm ne olduğunu bilmek, aktüel birçok sorunumuzun çözümü açısından çok büyük önem taşımaktadır. Bu konularda yapılacak çalışmalar ve üretilecek olan bilgi, Türkiye’nin dünya ölçeğindeki güncel gelişme ve eğilimleri hem pratik hem de teorik düzeyde tâkip edebilmesini sağlayacak ve gerekli değişim ve dönüşümlerin gerçekleştirilmesinin önünü açacaktır. Bugün itibariyle Türkiye’nin en çok gereksinim duyduğu şey de budur.

 

Kitabı satın almak için: İnsan Hakları: Liberal Açıdan Bir Tahlil 

Vahap Coşkun, İnsan Hakları Liberal açıdan Bir Tahlil

ss.19-32.

Kapat