Devletin Devamlılığı İçin Önlemler - Teorinin İkmali

Önceki bölümlerden birinde kendime teklif ettiğim plâna göre, vazifenin kalan kısmını şimdi tamamlamış ve dolayısıyla, karşımızdaki sorunun tam ve doğru bir çözümünü, gücümün imkân verdiği ölçüde sunmuş oldum. Eğer bunu yapmadan önce, bütün konu açısından en büyük öneme sahip nihaî bir anlayıştan bahsetmek zorunda olmasaydım, bu noktada meseleyi sonuca bağlayabilirdim; sadece devletin işleyişini mümkün kılmakla kalmayıp, onun varlığını[n devamını] sağlamak için de zorunlu olan vasıtadan söz ediyorum.
En sınırlı amaçları başarmak için bile, devlet, yeterli gelir kaynaklarına sahip olmalıdır. Maliyeyle ilgili her şeye dair bilgimin olmaması, burada ihtimamla hazırlanmış bir bilimsel incelemeye girişmemi önlemektedir. Tercih ettiğim plâna göre bu gerekli de değildir. Zira, başlangıçta da ifade ettiğim gibi, tesadüfen elinde bulundurduğu araçların miktar ve etkinliğine göre amaçları belirlenmiş olan bir devlet olgusunu değil, daha ziyade etkinliğin miktara tâbi ve onun tarafından belirlendiği bir devlet durumunu varsayıyoruz. Tutarlılık adına ifade etmek durumundayım ki, malî düzenlemelerde dahi, siyasî toplumun bir üyesi olarak insanın gerçek amacına ve bundan doğan sınırlamalara saygı göstermek daha az görevimiz değildir. Zabıta düzenlemeleriyle malî düzenlemeler arasındaki sıkı sıkıya karşılıklı bağımlılık üzerine bir anlık tefekkür, buna bizi ikna etmek için yeterlidir. Şu hâlde bana, devlet gelirinin sadece üç kaynağı var gibi görünüyor: 1. Devlete tahsis edilmiş veya sonradan elde edilmiş mülkler, 2. doğrudan vergilendirme, 3. dolaylı vergilendirme. Her türlü devlet mülkiyetinin zararlı sonuçları vardır. Devletin, gerçek doğası gereği, özel bireylerinkine kıyasla baskın bir etki elde etmesi gerekeceğini ve bir mülk sahibi olmak suretiyle, zorunlu olarak pek çok özel ilişkiye bulaşmak zorunda kalacağını, buna karşılık kendine özgü niteliklerinin tamamını koruyacağını evvelce göstermiştim. Yani, sadece güvenlik ihtiyaçlarına hizmet etmesine izin verilmiş olan devlet erki, güvenliğin sorun olmadığı hâllerde de bir rol üstlenmiş olmaktadır. Bunun gibi, dolaylı vergilendirme de zararlı sonuçlar içermektedir. Tecrübeler göstermektedir ki, kurumların çokluğu, düzenlemeler ve zorla vergilendirme gerektirmektedir ve önceki akıl yürütmemize göre, bunların tümünü tartışılmaz şekilde uygun görmemeliyiz. Öyleyse, elimizde kalanın tamamı, doğrudan vergilendirmeden ibarettir. Şu hâlde, fizyokratlara göre mümkün olan bütün doğrudan vergilendirme, şüphesiz en basitidir. Fakat, sık sık itiraz edildiği gibi, böyle bir sistemde tamamın içindeki en doğal ürünlerden biri ihmâl edilmektedir; yasalarımız gereğince emeği ve eserleri de tasarruf edilebilir bir mal olan ve dolayısıyla aynı şekilde doğrudan vergilendirmeye tâbi tutulabilen insan gücünü kastediyorum. Ancak, eğer meseleyi kendisine indirgediğimiz doğrudan vergilendirme sistemi, haksız yere bütün finans sisteminin en kötü ve en hantalı diye mahkûm edilmiyorsa, unutmamalıyız ki, faaliyetini böyle dar bir çerçeve içinde sınırladığımız hükümet, büyük bir gelire ihtiyaç duymayacaktır ve yurttaşlarınınkinden başka, kendisinin özel bir çıkarı bulunmayan devlet, özgür ve –dolayısıyla bütün çağların tecrübelerine göre– müreffeh bir ulusun desteğini daha fazla temin edecektir.
Malî işlerin yönetimi, ortaya koyduğumuz ilkelerin hayata geçirilmesi önünde engeller yaratabileceği gibi, bu, siyasî yapının iç düzenlemelerinde de aynı ölçüde, hatta daha fazla geçerli bir durumdur. Yani, ulusun yöneten ve yönetilen sınıflarının, ilkini kendisine emanet edilen gücü elinde bulundurma bakımından, ikinciyi ise elindeki özgürlükten yararlanması açısından güvenceye almak üzere, birbirleriyle sürekli olarak bağlantıda olmaları için bazı araçlar sağlanmalıdır. Bu amaçla, farklı devletlerde farklı metotlar benimsenmiştir: bazılarında bu, hükümetin fiziksel gücünü artırmaya çalışarak yapılır –açıkça özgürlük için tehlikeli– bir kısmında, yarışan birtakım güçlerin dengelenmesiyle sağlanır; ve geri kalan bazılarında da mevcut yapıya uygun bir maneviyatı baştanbaşa bütün ulusa yayarak yapılır. Özellikle antikitede daha fazla gözümüze çarptığı gibi, çok parlak sonuçlar ortaya çıkarmasına rağmen bu son metot, vatandaşın bireysel gelişimine son derecede zararlı olup, ulusal karakterde tek yönlülüğü kolaylıkla teşvik eder ve bu sebeple, önerdiğimiz sistem içinde en az akıllıca olanıdır. Buna göre, yurttaşların karakteri üzerinde, mümkün olduğunca en az pozitif veya özel etkiye sahip olması gereken ve onların kalplerini, kendi özgürlüklerine karşı en coşkulu aşkla birlikte başkalarının haklarına en içtenlikle saygıdan başka hiçbir şeyle doldurmayan bir oluşum aramalıyız. Burada, bunun hangi tasavvur edilebilir yapı olabileceğini ortaya çıkarmaya çalışmayacağım. Böyle bir araştırmanın ancak, bütünüyle bir siyaset teorisinde bulunacağı açıktır ve ben kendimi, en azından böyle bir yapının imkânını daha net ortaya koyabilecek birkaç özet düşünceyle sınırlayacağım. Öne sürdüğüm sistem, yurttaşların özel çıkarlarını güçlendirme ve sayısını artırma eğilimindedir ve dolayısıyla, bu yolla kamu çıkarını zayıflatmayı amaçlıyor gibi görünmektedir. Ama bu ikisini öyle dikkatle bir araya getirmektedir ki, kamu çıkarı daha ziyade özel çıkar üzerine temellendiriliyor gibidir ve özellikle, aynı zamanda hem güvende hem de özgür olmak isteyen vatandaşa böyle görünmektedir. Şu hâlde, yapay yollarla yurttaşların kalbinde çoğunlukla boş yere yerleştirilmeye çalışılan yapıya karşı o sevgi, en iyi böyle bir sistem sayesinde sürdürülebilecektir. Ayrıca, faaliyet alanı bu kadar dar olan bir devlet, daha az güce ihtiyaç duyar ve bu da, karşılığında daha az savunma ihtiyacı demektir. Son olarak, şüphesiz anlaşılmaktadır ki, eğer her iki tarafı daha büyük bir kayıptan korumak için, güç ve özgürlükten yararlanma çoğunlukla sonuçlar uğruna feda ediliyorsa, aynı şey burada da cari olacaktır.
Öyleyse, ortaya koyduğum soruyu cevaplamada yeteneklerimin izin verdiği ölçüde başarılı olmuş, siyasî faaliyetin alanını çizmiş ve onu, bence insanın en yüksek çıkarları için zorunlu ve en çok katkıda bulunacağı böylesi sınırlar içine hapsetmiş sayılabilirim. Bu hususta, en iyi bakış açısını esas aldım; ki bunun sayesinde adâlet de yavan gibi görünmeyecektir. Ama bir devlet, belli bir amaç edindiği ve gönüllü olarak kendi faaliyetini belli sınırlar içine koyduğu zaman, bunları tarif edenlerin, kendi görevleri konusunda yeterli olmaları şartıyla, bu amaçlar ve sınırlar doğal olarak adâlete uygun olacaktır. Böyle açık bir amaçlar ve sınırlar tanımlanmasının yapılmadığı yerde, doğal olarak devlet, faaliyetini soyut teorinin tavsiyesine göre sınırlamaya çalışmalı, fakat aynı zamanda, eğer ihmâl edilirse daha zararlı sonuçlara yol açabilecek olan engellerin önemini rehber edinmelidir. Ulus her zaman, bu engellerin onu uygulanabilir kılması, fakat daha ileri gitmemesi ölçüsünde böyle bir teoriyi benimsemek isteyebilir. Buraya kadar bu engelleri göz önüne almamış, soyut teoriyi geliştirmekle yetinmiştim. Yani genel olarak, insanın siyasî toplumun bir üyesi olarak işgal edebileceği en lehte konumu ortaya çıkarmayı amaçladım. Ve bu bana, içerisinde en farklı bireyselliklerin ve en yaratıcı bağımsızlığın, insanların birbirleriyle oluşturdukları en çeşitli ve en büyük birliklerle aynı ölçüde bir arada var olduğu bir siyasî toplum olmalıdır gibi geldi – en katıksız özgürlükten başka hiçbir şeyin çözmesinin asla beklenemeyeceği bir mesele. Bu amacın elde edilmesini mümkün olduğunca az sınırlaması gereken bir siyasî örgütlenme imkânına işaret etmek, bu sayfalardaki tek amacım oldu ve bir zamandan beri de, bütün düşüncelerimin ve araştırmalarımın konusu bu idi. Eğer, bütün siyasî yapılar için bir ideâl olarak, bu ilkenin hiç olmazsa yasa koyucunun karşısında durması gerektiğini gösterebilmişsem, kendimi mutlu sayacağım.
Bu fikirler, tarih ve istatistikler tarafından da ikna edici bir biçimde tasvir edilmektedir. Genellikle çok defa, bana istatistik biliminde pek fazla reform ihtiyacı var gibi görünmektedir. Gerçek durumun asla tam ve doğru olarak belirlenemediği, bir devletteki arazi, nüfus, refah ve sanayi konusunda bize sırf veriler sunmak yerine, istatistik, ülkenin ve sakinlerinin gerçek durumuna ilişkin bir anlayıştan hareket etmeli, insanların faaliyet güçlerinin, sıkıntılarının ve hazlarının ölçüsünü ve niteliğini iletmeye ve kısmen ulusal toplum tarafından, kısmen devlet kurumu tarafından bunlarda meydana getirilen değişikliklerin derecesini göstermeye çalışmalıdır. Zira ne kadar sıkı bir şekilde iç içe geçmiş olurlarsa olsunlar, devlet yapısı ile ulusal toplum birbirine karıştırılmamalıdır. Devlet yapısı, yasa veya töre zoruyla yahut kendi gücüyle, yurttaşlarını birbirleriyle özel bir ilişki içinde tuttuğu hâlde, bundan tamamen ayrı olan –vatandaşların kendi özgür iradeleriyle tercih ettikleri, sınırsız derecede çeşitli ve yapı itibariyle sürekli değişen– bir başka şey vardır. Bu ikinciyi –ulus mensuplarının özgür işbirliğini – tam olarak ifade edersek, bir toplumda kendiliğinden oluştuğunda, insanların özlemini duydukları bütün o faydaları temin eden şeydir. Devlet yapısının kendisi ise, sadece gerekli bir vasıta olarak ve daima özgürlüğün sınırlanmasına hizmet ettiği için gerekli bir kötülük olarak; bu amaca sıkı sıkıya tâbidir.
Dolayısıyla, ulusun hür faaliyetini siyasî yapının cebri işleyişiyle karıştırmaktan kaynaklanan ve insanın hazzı, enerjisi ve karakteri için zararlı olan sonuçlara işaret etmek, bu sayfalardaki ikinci amacım oldu.
Devlet Faaliyetinin Sınırları - Wilhelm von Humboldt
Çev.: Bahattin Seçilmişoğlu
ss.185-190.
Kitabı satın almak için;
Devlet Faaliyetinin Sınırları