Gizemli Bir Nosyon: Hak & Hak Kavramı

İNSAN HAKLARI KAPSAMI ÜZERINE TARTIŞMALAR VE LIBERAL PERSPEKTIF

 

A. GİZEMLİ BİR NOSYON: HAK

“Hak” nosyonu hâlen “çok gizemli bir şey” olarak düşünülmekte ve bu kavramı­nın nereden geldiği, nasıl kazanıldığı, sınır­larının ne olduğu konusunda, özellikle hukukçular arasında, bir mutabakata varılamamaktadır. Kant’ın “Hukukçular, ken­di hukuk mefhumlarına hâlâ târif aramaktadırlar” sözü aynı şekilde hakkın tanımı için de geçerlidir. Gerçekten de, hukuku tanımlamakta yaşanan zorluklar gibi, hak kavramının da ne olduğu ve nasıl tanımlanması gerektiği, hukuk tarihi boyunca hukuk felsefesinin ve medenî hukukun en temel sorunu ol­muştur. Bu yüzdendir ki, birçok hukuksal kavramı tanımlamış olan Alman Medenî Kanunu bile, hakkın ne olduğunu tanım­lamayı göze alamamıştır.

Aslında, hak-hukuk gibi kavramların kesin bir tanımının ve­rilmesi ve bu tanımın hukukî metinlerde yer almasının doğru ve işlevsel bir yöntem olmadığını belirtmek gerekir. Hukuksal metinlerde yer alan bu tarz tanımlar, genelde siyasal otoritenin yönetim ve özgürlük anlayışını yansıtacağından, zamanla deği­şen toplumsal kurallarla çelişecek ve insan özgürlükleri için bir tehdit unsuru oluşturacaktır. Ökçesiz, bunu şöyle ifade etmek­tedir: “Hukuk kavramının normatif bir yapıya büründürülme­si temel bir çelişkidir. Çünkü bu girişim, toplumsal değişimin ve insanın kendini tanıma yeteneğinin yadsınması sonucunu doğurur. Bu, büyük kabı küçük kaba sığdırmak gayreti gibidir. Ama devlet bunu hep yapar... Hukuk, hep tanımlanacaktır. Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta, buna bir son verme ça­basının vahametidir. Böyle bir girişim ancak siyasî olabilir ve en trajik sonucunu devlet aygıtını ele geçirerek yapar.” Bu nedenle yapılması gereken, hak kavramını hukuksal metinler­de tanımlamaktan kaçınmaktır. Nitekim İsviçre Medenî Kanu­nu’nun yaratıcısı olan Eugen Huber hak ve benzeri hukuksal kavramlarının öğretiye bırakılması gerektiğini savunmuştur. Bu işlevsel bir öneridir. Çünkü ancak bu sayede, hukuk ve dev­let gibi var oluş araçlarımızın işlevlerine yabancılaşmasını açığa çıkarabilecek ve yaşamın dinamiklerine uyan bir hukuk ve hak tanımı sürekli olarak yapılabilecektir.

Doktrinde hak kavramının kapsamını belirlemek için çok geniş tartışmalar yapılmış ve değişik teoriler öne sürülmüş­tür. Bu tartışmaların ışığında şunu belirtmek mümkündür:

Hak kavramının tanımının yapılması ve içeriğinin belirlenme­si oldukça güç bir meseledir. Bu nedenle, bu kavramın hukukî metinlerde tanımlanmasından, kesin çizgilerle sınırlandırıl­masından kaçınmak lâzımdır. Ama bu, hak ve hukukî ödev gibi kavramların hukuk hayatında kullanılmaması veya hukuk biliminden uzaklaştırılmaları anlamına gelmez. Hak ve benze­ri kavramlara başvurmadan, hukuk hayatında hukukî ilişkile­rin gerçekleşebileceklerini kabûl etmek mümkün değildir. Bu itibarla hak kavramını ve unsurlarını açıklamak, insan hakları tartışması için de vazgeçilmezdir.

 

B. HAK KAVRAMI

“Hak” kavramı, sözlükte “gerçek, sâbit ve doğru olmak, gerek­mek, bir şeyi gerçekleştirmek” anlamları yanında “buyurmak, bir kanunla sâbit hâle getirmek; Tanrı veya insanlara karşı ödev, hukuk, imtiyaz” mânâlarına da gelmektedir. Hak kelimesi adâ­let; adâlet veya geleneğin gerektirdiği veya kişiye tanıdığı şey, gerçek ve doğru olan şey, gerçeğe uygunluk” anlamlarında da kullanılmaktadır. Hukukta, “bireyin, korunmasını isteme ko­nusunda yetkili sayıldığı, hukuken tanınmış menfaat” diğer bir ifadeyle “hukuk tarafından korunan ve bu korumadan yararla­nılması ferdin iradesine bırakılan menfaat şeklinde tanımlan­maktadır ki; bu tanımda hem şahıslara hukuk düzeni tarafından tanınan bir irade kuvveti ve hâkimiyeti hem de hukuk tarafın­dan korunan menfaat unsurları yer almaktadır.

İngilizcedeki “hak” kelimesinin iki ahlâkî ve siyasî anlamı vardır: Doğruluk ve yetki. Birincisinde bir şeyin doğru (haklı) olduğundan, doğru (haklı) olan bir eylemden söz ederiz. İkin­cisinde ise, bir kimsenin bir hakka sâhip olduğundan bahsede­riz. Normal olarak haklardan söz edişimizde bu ikinci anlamı vurgulamış oluruz. İnsan haklarını, kişinin sırf insan olduğu için sâhip olduğu haklar olarak ciddiye alacaksak, önce bir hakka sâ­hip olmanın ne anlama geldiği üzerinde durmalıyız.

Hak sâhibi olmaktan söz ettiğimiz zaman, hak sâhibi olduğu varsayılan bir kişinin bir şeye yetkili olduğu veya o kişinin bir şeyi meşru olarak talep edebileceğini belirtmek isteriz. Hukuk dilindeki hak kavramı da özünde, böyle bir yetki veya meşru ta­lebin hukukî biçimde ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Gerek günlük dilde, gerek hukukî-felsefî söylemde, bir şeye hak­kımız olduğu yönündeki iddia, o şeye yönelik iddiamızın tartış­mazlığını ve herkesçe tanınmasını içermektedir. Hak kelimesi­nin bu tarzda kullanılması, içinde ahlâkî meşruluk düşüncesini barındırmaktadır. Hakkın, varlığı tartışılmaması gereken bir yet­ki ve meşru talep olarak anlaşılması bunu gerektirmektedir.

Hukukta hakkın önemli bir özelliği, onun hak sâhibi bakı­mından bir zorunluluğu değil, bir cevaz (izin) durumunu ifade etmesidir. Eğer bir kimse için bir zorunluluk söz konusu ise, o kişinin hak sâhibi olmasından bahsedilemez, o olsa olsa “ödev­li”dir. “Cevaz” anlamında hak bir kişiye takdir yetkisi tanır, onu hukukî iktidarla donatır, bunu kullanıp kullanmamak hak sâ­hibine kalmıştır. Bu iktidar, fiilen bir talep etme yetkisidir; bu pozitif de negatif de olabilir, ama böyle bir yetkinin olmadığı bir yerde haktan söz edilemez. Hakkın bir başka yönü de “başkasının özgürlüğüne müdahale edebilme” ile ilgilidir. Bir hakkı ileri sürmek, başkasının özgürlüğüne müdahale etmek için haklı bir nedenin var olduğunu ileri sürmektir. Bu özgürlük kısıtlaması kişinin ya bir şeyi yapmaya zorlanması ya da bir şeyi yapmaktan kaçınması biçiminde ortaya çıkabilir. Müdahalenin haklılık nedeni ise, yerine göre hukuktan ya da gelenekten kay­naklanabileceği gibi, sırf bir ahlâkî gereklilikten de doğabilir. Özetleyecek olursak, bir hakkın varlığından anlamlı olarak bah­sedebilmek için şu unsurların bulunması gerekir:

  1. Yetki: Hakkın özü, bir şeyi yapabilme yetkisidir. Bu, onun aynı zamanda zorunluluk değil bir izin niteliği göster­diği anlamın da taşır. Başka bir anlatımla, hak sâhibi hakkın konusundan yararlanıp yararlanmamak bakımından bir takdir yetkisine sâhiptir; kişi hakkını kullanmaya zorlanamaz.
  2. Talep: Her hak, sâhibine olumlu ya da olumsuz bir ta­lepte bulunma yetkisi verir. Genellikle “özgürlük hakkı” nega­tif taleplerin, “talep hakkı”ise hem olumlu hem de olumsuz taleplerin dayanağı olabilir. Başka bir ifade ile bir hak başkala­rına ya sırf bir kaçınma yükümlülüğü yükler, ya da kaçınmaya ek olarak bir edim yükümlülüğü yükler.
  3. Tanınma-Saygı Gösterilme: Bir hak iddiası, hakkın ko­nusundan yararlanma yetkisinin genel ve özel olarak tanınma­sını, ona saygı gösterilmesini iddia etmek zorundadır. Hukukî haklar söz konusu olduğunda, bu özellik “zorla yerine getir­me” ile takviye edilir. Hak sâhibi, hakkını tanımayan veya ihlâl edenlere karşı yasal yollara başvurarak hakkın konusundan yararlanmasını fiilen sağlatabilir. Sırf bir ahlâkî hak durumun­da ise, hakkı ihlâl edilen kişinin buna karşı koyabilmesi ahlâkî iddiayla sınırlıdır.

 

Vahap Coşkun, İnsan Hakları: Liberal Açıdan Bir Tahlil, 2024, Liberte Yayınları, Ankara, ss 113-117.

Kitaba ulaşmak için: İnsan Hakları: Liberal Açıdan Bir Tahlil

Kapat